90’lı yıllarda başlayan Tiyatro serüvenimiz, kendimizi ve hayatı anlama çabamız, yüreğimizde taşıdığımız tiyatro ateşi hiç dinmedi… Yüreğe düşen bu ateşi yüzlerce-binlerce insanla buluşturmanın mutluluğu da cabası… İnsanı, toplumu, yaşamı anlamak ve anlamlandırmak tiyatronun olmazsa olmazı…
Ankara’da on üç yıl boyunca birçok yerde insanlara ulaşma çabası içerisinde olduk. Her yerde; caddelerde, kiliselerde, piknik alanlarında, mezarlıkta, fabrika önlerinde, Üniversite kampüslerinde sokak tiyatrosu, birçok sahnede çocuk ya da yetişkin oyunu, sırtımıza çantamızı alıp köy köy dolaşarak bazen kahve önlerinde bazen de köy meydanlarında oyunlarımızla temas ettiğimiz insanlarla yüreğimizi ortaklaştırdık.
Bir yandan da Ankara’da oyunculuk denemeleri yapıyorduk. Bazen Meyerhold’un aklını deneyimlerken, bazen de Stanislavski, Grotowsky, Artaud, Brecht, Politik tiyatro başlığını tartışıyor, bedendeki denetimin nasıl olması gerektiği üzerine saatlerce pratik çalışmalar süzgecinden geçiyorduk. Kuramsal olan ile uygulamalı iç içe yürüyordu. Okumalar, notlar, sohbetler, sohbetler ve az uyku…
Bir “Tiyatro Hareketi” asla yalan söylemez. Beden samimi ise ileteceğiniz anlam izleyiciyle de örtüşür. Pratik çalışmalar bedeni disipline etmek için yaptığımız, kelimelerden öte saf ve açık hali yakalama ustalığını gösterme çabamızdı. Bir yandan da varoluşumuzu yetiştirme süreci de devam etmekteydi… Bir Tiyatrocu için hayatı anlamlandırmak; kendinle ve hayatla kurduğun iletişim becerisinin bir parçasıdır. Ruhunu her türlü dış faktörlerden korumak da bir diğer parçasıdır. Açıklık, saflık ve farkındalığın işlenmesi ve ortaya çıkarılması gereklidir. Geçmişi bulmak önce kendini bulmasıdır insanın. Bedenin bir anlamda çiçek aşmasıdır. Sözcüklerin kölesi olmadan bedendeki dengeyi oluşturmak, duygunun hareketle ilişkisi, hissetmek, köklerine kadar inmek gereklidir. Mesleğimizi doğru bir zemine oturtmak, sanatsal iç görü, bir bakış açısı edinmek için tiyatro alanında ustalarımızın da yol göstermesi bizi geliştirdi diyebiliriz.
Şunu söyleyebiliriz ki gençlik dönemlerimizde bilincimizi geliştirmek için kendimize ve tiyatroya verdiğimiz emek; aslında kendi aklına, ruhuna, bedenine kattığın ölçüde olgunlaşır. Yapacağın işin gerçek bir şeye dönüşmesi için elbette öncelikle sevmeli ardından onu anlamalı ve harekete geçmelisin.
Biriktirdiğimiz bunca deneyimi artık İstanbul’a taşıdık. Onca oyun, seans, gösteri, atölyeler ve sonra yol bizleri İstanbul’un en eski caddelerinden birine çıkarttı. Moda Caddesine… Bir pasajın alt katında önceden mobilya atölyesi olarak kullanılmış bir dükkân için gazeteye verilen ilanı görmeye gidiyoruz. Yıl 2012… Mekânı tutuyoruz ve o gün bugündür köklenerek çiçekleniyoruz. Bir yerden büyümeyi deneyimliyoruz.
Geçen bu on yıl içinde hem bir sahneyi var etmek hem de estetik ilkelerimizden taviz vermeden ilerlemek en çok zorlandığımız konuların başında geliyor. Arayış bitmese de izleyiciye sanatsal bir ürün çıkartırken bir çerçeveye oturtmak gerektiğini biliyorduk. Biz de öyle yaptık. Sanatsal dilimizi önemli ölçüde ortaya çıkarttık.
Geçmiş birikimimizden yola çıkarak sorgulamaya, özümüzdeki üretici yanı açığa çıkartmaya, yaratma cesaretinin estetik algıyı oluşturacak bir dile dönüşeceğinin farkında olarak mekanımızda yola devam ediyoruz.
Tarihimiz
2012 yılında Altkat Sanat’ın İlk çocuk oyununu; Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston öyküsünden uyarlayıp Black Light tekniğiyle oynadık. Yetişkinlere yönelik, mekândaki ilk oyunumuz “Su Çatlağını Bulur” oldu. Hrant Dink’in “Güvercin Tedirginliği” mektubundan yola çıkarak oyunlaştırdık.
“Nar-ı Bela”; Alevi katliamlarını konu alarak oyunlaştırdığımız bu oyun, Kerbela, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas’ta öldürülen alevi ve aydınların katledilişini, sonrasında eklediğimiz Gezi Direnişi’nde öldürülenleri anlatıyor. Nevzat Süs’ün yazdığı “Deliriyum” oyunuyla; Günümüz insanının sıkışmasını, nasıl davranması gerektiğini ayırt edemez bir halde savruluşunu sorguladık. Murat Akgün’ün yazdığı “Aşk bir rüyadır” oyunumuz; Bana dokunmayan yılan bin yaşasın kafasında olan yazar bir gün âşık olur. Aşk, arzu, çatışma, sevgi, şefkat, sadakat ve gözyaşıyla dolu bu oyunda, yaşamı bizi kendimizle yüzleştirir.
Hasan Tanay’ın kaleme aldığı “Kediler ve Fareler Müzikali” adlı çocuk oyunumuz; Ciğer ve peynir fabrikasında çalışan fareler ve onları çalıştıran kedilerin hikâyesini anlatıyor. Canlı vokal ve dans performanslarıyla çocuklar ve yetişkinler için etkileyici bir gösteriye dönüştürmüştük. “Hamlet” oyunu ise: İktidar ihtirasının, insan aklı ve vicdanıyla karşı karşıya geldiği, İngiliz yazar Shakespeare’in kaleminden düşen her devrin trajedisi, Hamlet… Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları destanından bir bölüm olan “Tanya”; Aralık ayının ilk günlerinde, Almanlar 18 yaşında bir kız asar. Genç bir partizandır. Tanya’nın yaşadığı işkence ve asılmasını performansa dönüştürdük.
“Oyun Nasıl Bitmeli” oyunumuz pantomim üzerine kurulu. İnsan aklı ve bedeninin siyasi erk tarafından iğdiş edilişi ile iktidar ilişkilerinin işlendiği bir pantomim performans gösterisi. “Sevdalı Bulut”; Nazım Hikmet’in Türkiye’de ilk kez 1968 yılında yayımlanan ve 1980 darbesinin ardından uzunca bir süre yasaklı kalan eseri “Sevdalı Bulut” masal niteliğinde bir oyun.
Ali Cüneyd Kılcıoğlu’nun yazmış olduğu “Mutlu Aile Fotoğrafımızın Perde Arkası” konusu ise; Her şey bir darbe ile başlar. 12 Eylül darbesinin ardından yapılacak ilk genel seçime yalnızca 2 gün kala dört duvar arasında işlenen bir cinayet ve çürümüş ilişkiler içerisinde mutlu görünen aileyi görürüz. Harun Güzeloğlu’nun yazdığı “Kırkbir” oyunu; Bir düş ve varoluş hikâyesidir Kırkbir… Ütopik bir evrende, yok olmanın eşiğinde bir kadının son çığlığıdır; umudu, ülkesi, aşkı, ve çocuğu elinden alınmış bir isyan bayrağıdır ateşi.
Franz Kafka’nın öyküsünden uyarladığımız “Dönüşüm” adlı oyunumuz; Bir sabah Gregor Samsa’nın kendini böceğe dönüşmüş olarak bulmasıyla açılır. İçinde yaşadığımız toplumun, ahlakımızın, davranışlarımızın derinine inmemizi sağlar. İki yüzüncü tensile ulaşan oyun oynamaya devam ediyor. Anne Frank’ın günlüğünden oyunlaştırdığımız “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”; Tarihsel bir kıyımı, elbette tarihsel bağlarından koparmadan, küçük bir kız çocuğunun duygularıyla düşünmeyi sağlamak ve onun sanrılarını günümüz gerçeğiyle örtüştürerek gözler önüne sermek üzerine geliştirdik.
Friedrich Nietzsche’nin metninden uyarladığımız “Böyle Buyurdu Zerdüşt” Üstinsan, güç istenci, bengi dönüş düşüncesini ele alıp günümüz insanıyla bağlar kurarak deşifre ettiğimiz bir oyun. Halen oynamaya devam ediyor. Arkadaş Z. Özger’in şiirlerinden yola çıkarak şiir-performansa dönüştürdüğümüz, canlı müziğin eşlik ettiği “Sevdadır” adlı oyunumuz; yalnızlık, yoğun bir iç hesaplaşma, sevda ve yaşama arzusu içerir. Müge Saut’un yazdığı “Boşluk” adlı oyunumuz; Covid salgın döneminde sınırlı kaynaklarla ayakta kalmaya çalışan, sahne kirasını ödeyemeyen tiyatrolar yürekten bağlı oldukları sahnelerini tahliye etmeye zorlandılar. Boşluk oyunu da tam bu noktada başlar. Boris Vian’ın 1957 yılında kaleme aldığı “İmparatorluk Kuranlar Ya da Şümürz” oyunu; burjuva değerleri eleştiren, bilmedikleri bir sesle sürekli bir üst kata kaçan-taşınan bir ailenin yaşamını anlatır.
On yıllık bu uzun yolda yüzlerce tiyatro yaratıcısı dostlarımızla birlikte ürettik. Hepsine ayrı ayrı teşekkürler…